Ahlaksız Evrim – 3

İslam itikad mezheplerinden Cebriyye ve Mutezile ekol çatışması burada ciddi bir problem doğurmaktadır. Cebriyye itikad mezhebi özetle olan biten her şeyin Tanrı’nın doğrudan ve mutlak kontrolünde olduğuna inanır. Mutezile itikadına göre ise, Tanrı’nın yaratış dışında alemlere müdahalesi söz konusu değildir. Bu ikisinin arasında karma bir yolu seçen “Ehli Sünnet”e göre ise Tanrı ve beşerin iradesi biri diğerinin içinde ve biri birini etkileyerek devam eder. “Evrimin Tanrısı” isimli çalışmada buna detaylarıyla değineceğiz ama bu aşamada şunu söyleyebiliriz ki, Tanrı’nın evrene yani sebepler ve sonuçlar silsilesine az veya çok müdahalesi arasında pratik bir fark yoktur. Her şeyin sebepler ve sonuçlar dizisinde nedensellik yoluyla birbirini etkilediği bir evrende, bu silsilenin küçük bir parçasındaki değişim, ilerleyen aşamalarda büyük sonuçlar doğuracaktır. Mesela, bundan 70 milyon küsur sene evvel dinazorlar başta olmak üzere yer yüzündeki canlı türlerinin yüzde doksanına yakınını silip götüren gök taşı çarpması hadisesi vukuu bulmasa ve göktaşı dünyayı teğet geçse idi bu gün bu satırları okuyamıyor olacaktınız. Belki o göktaşının yörüngesinin dünyaya çarpacak şekilde değişmesi daha küçük bir göktaşının ona çarpmasıyla gerçekleşmiştir. Belki o küçük taş da daha küçüğünün çarpmasıyla o taşa yönelmiştir. Evrendeki bu bilardo oyununda büyük sonuçlar doğurması bakımından olayın küçüklüğü dahi küçümsenemez derecede öneme haizdir.

Dördüncü mesele; Kuran’ın mecazlarının okurun işine geldiği gibi anlaşılmasıdır. Yerlerin ve göklerin Allah’la konuşmasını, örneğin Allah’ın “İster istemez gelin” sözüne karşılık “İsteye isteye geldik” demelerini mecaz olarak anlayan düşünce, Adem’in konuşmasını muhakkak gerçek olarak anlama ve algılama eğilimindedir. Adem’in ve Kuran’da hiç bir şekilde adı verilmeyen Adem’in eşi Havva’nın birer sembol olma olasılığı değerlendirilmemektedir. Meleklerin ademe secdesi ve İblis’le Tanrı arasındaki konuşmalar, üstelik Kuran’ın, Tanrı’nın bir beşerle doğrudan doğruya konuşmasının mümkün olmadığını söyleyen sarih hükmüne rağmen gerçek bir vakıa olarak algılanmaktadır.

Bu ve benzeri yargılar ve diyalektik yöntem hataları Kuran inanırlarını evrim inkarcısı haline getirmektedir. Kuran’ın manası ve ayetlerinin nasıl anlaşılması gerektiği yönündeki gelenekselleşmiş, kalıplaşmış ve ezberlenmiş dogmalar, Kuran inanırlarını ya evrime ya Kuran’a inanmak ikileminde bırakmakta ve onlar açısından evrimi inkar daha güvenli görünmektedir.

Ezberlenmiş dini kalıpların yeşerttiği mana ile, insanın hali hazırda “hayvan” diyerek aşağıladığı varlıklarla akraba ve hatta çok yakın akraba olma düşüncesi çoğumuza itici gelmektedir. Akıl ve kültürün yan etkisi olarak beliren “benlik” hırsı, kendini beğenme, başkalarınca beğenilme arzusu gibi dürtüler, hayvanlarla -evrim düşüncesi olmaksızın bilinen yakınlığımızı- bastırmakta, kendimizi bu gezegenin ve içindeki her şeyin doğal ve masum sahipleri olarak görmekteyiz. Gerçekten hangi dini inanış kalıbını esas alırsanız alın, insan daima yüceltilmiş bir varlıktır. Zaten insanların, hayvanlar derecesine (!) indirgendiği herhangi bir inanış disiplinine hemen tabi oluvermeleri de beklenir bir durum olmazdı.

Yücelik ve üstünlüğün göreceli bir kavram olduğunu doğa ile baş başa yaşayan, doğayı gözlemleyen herkes hemen görebilir. Kuşlar gibi uçamazsın, balıklar gibi yüzemezsin ve yırtıcı hayvanların koştukları gibi koşamazsın. Üstünlük, olayın neresinden baktığınıza bağlıdır. Evrim açısından, koşullara uyum sağlayarak hayatta tutan ve nesli sürdüren her özellik fevkalade üstündür. İnsanın akletme ve alet kullanma gibi becerileri, bir gün kendi sonunu hazırladığında belki insan yok olup gider ama bu gün hakir görülen bir çok canlı yaşamını devam ettirir. Evrim açısından en iyi ve üstün canlılar onlar olur. Demek ki, doğa ve evrim için uyum zekadan daha önemlidir. Zeka ve diğer her türlü beceri, ancak uyuma daha fazla katkı sağlıyorsa değerlidir. Uyumsuzluk yaratan zeka ve diğer her şeyin bedeli kesin bir yok oluştur. Tanrı (!) ve insanlar bile kendisine uyumlu olanı sevip tercih ederken doğadan neden daha farklı bir şey bekleyelim ki ? Tanrı ve “uyum” ilişkisini Evrimin Tanrısı’nda detaylıca işleyeceğiz.

İnsanın diğer canlı ve cansız varlıklarla ilişkisi konusunda Kuran’ın “Yerde ne var gökte ne varsa emrinize ram etti” şeklindeki beyanı, “siz yerde ve gökte bulunan şeylere güç yetirebilecek vasıflara sahipsiniz” şeklinde anlaşılmalıdır. Eğer yerde ve gökte bulunan her şey bize hizmet için emrimizdeyse, biz bunları dilediğimiz gibi kullanalım, gerekirse yok edelim şeklindeki bir düşünceye dönüştürülürse, yeryüzünde bu güne kadar yaptıklarımızdan daha beterlerini de yapabiliriz. Bu nedenle, çevreci girişimler mutlaka bu merkez düşünce ile baş etmeyi amaçlamalıdır. Bu düşünce kalıbı yıkılmadan, insanın doğa katliamının önüne geçmek mümkün değildir. İşte aynı bu düşünce evrim inkarcılarının da -hepsi olmasa bile bir çoğunun- esas aldığı bir düşüncedir, evrimi kabulün önündeki bariyerlerden biridir.

Bariyerlerden bir diğeri, evrimin maddenin ve alemin yaratılışı / kökeni hakkında savlar ileri sürdüğü düşüncesidir. Halbu ki evrim, yer yüzündeki türlerin kökeni ile ilgilenir. Var olan ve gerçek olan mekanizmayı anlamaya çalışır. Her biri değişik bir çok özellikler barındıran bunca canlı nasıl var oldu, yok olan nesiller neden ve niçin yok oldu ? İçindekilerle bir bütün teşkil eden doğa nasıl çalışıyor ? Canlıların cansızlarla olan teması ve birbirlerine etkileri nedir ? Evrimin konusu budur. Alemlerin ilkin nasıl var edildiği evrimin -en azından şimdilik- konusu değildir.

Bilim herkes tarafından doğrulanabilir yani hekese açık olan kanıtlarla ilerler. Bilmediği hususlarda da -mümkün mertebe bilinenleri temel alarak- görüş beyan eder, tahmin yürütür. Ancak bunu “gerçek” olarak ilan etmez. Evrim inkarcılarının kahir ekseriyeti ise, bilimin kanıtlarının karşısında sanıyı, zannı ileri sürer. Kuran’a göre elde kanıt olmayan bir hususta bir zannı sanki o bir gerçekmiş gibi ileri sürmek gaybı taşlamaktan ibarettir. Kuran’a göre elde bir kanıt olmaksızın bir şeyin gerçekliğine inanmak sorumluluk / müeyyide doğurucu bir eylemdir. Elde hiç bir kanıt olmaksızın bir mesele hakkında ileri geri konuşmak dahi sorumluluk doğurucu bir eylemse, ortada apaçık kanıtlar dururken bunları inkar ederek zanna sarılmak nasıl bir sorumluluk doğurur ?

Bu aşamada şunu söylemek isterim ki, karşılaştığım gerçek benim için Kuran ayetlerinden farksızdır. Karşılaştığım gerçek ile Kuran ayetleri çatıştığında, Kuran’a değil gerçeğe tabi olurum. Çünkü Kuran olarak önüme konan şeyin manası nihayet bir yorumdan ibarettir. Gerçeği değil, yorumu değiştiririm. Bu tutumum beni hiç bir zaman mahçub etmedi. Çünkü gerçekler insanları başka gerçeklere götürür ve en doğru bir biçimde aydınlatır. Gerçek geldiğinde batıl zail olur. Gerçek, bilmem ve bilemediğimde inanmam gereken şeyin ta kendisidir. Gerçek beni kanıtsız ve gerçeğe aykırı dogmalardan kurtararak özgürleştirir. Bana mantığı, gerçeğe vakıf olabilme gücünü ilham eden Yaratıcının önünde sorguya çekildiğimde, -çıktısına beşerin verdiği isim her ne olursa olsun- mantıklı ve gerçeğe dayanan tavrım onaylanacak, hiç bir kanıta dayanmayan, mantıksız yargılarım olabildiğinde kınanacak, akıl israfı olarak nitelenecektir.

Gerçek, kayıtsız ve koşulsuz tabi olunması gereken şeydir. “Yerde ne var gökte ne varsa hepsi ister istemez Allah’a secde / itaat ederler” diyen Kuran’ın temas ettiği husus da budur. Gerçeği gör veya görme, inan veya inanma, beğensen de beğenmesen de ister istemez ona tabisin. Bu doğal taabiyeti, istekli ve koşulsuz teslimiyete döndürürsen, hür düşüncenin önündeki prangalardan ve bir kere başladı mı gerisi kendiliğinden gelen yalanlar silsilesinden kurtulursun. Bu zann silsilesi, sabah akşam seni mağlup ve mahcub eder. Çünkü gerçek her yerdedir. Yüzünü ne yana dönersen dön, nereye kaçarsan kaç, gerçek olabildiğince mübin / açık haliyle oradadır.

Zann, ancak kanıt bulunmayan sahanın argümanı olabilir. İnanç, iman gibi kavramlar zan sahasının araçlarıdır. “Güneşin var olduğuna iman ediyorum / inanıyorum” diyen hiç bir insan görmedim. Var olduğu kuşkusuz olan şey hakkında “inanıyorum” denilmez. İnanç, ancak varlığı kesin hiç bir şüphe ve duraksamaya yer bırakmayan kanıtlarla objektif olarak bilinemeyen hususlarda mümkündür. Kuran’a göre, Allah’ın varlığı dünya hayatında yani bu yaşamımızda objektif ve kesin olarak bilinemez. Allah ve ahiret günü hakkındaki bilgi kesinliğe eriştiğinde bilinç sahipleri için imtihan söz konusu bile edilemez. Hz. Muhammet’ten kesin kanıt istendiğinde Kuran’ın cevabı budur. İmtihan niçin kanıtlar sahasında olmuyor da zann sahasında oluyor ? Bunu “Evrimin Tanrısı” isimli kitabımızda detaylarıyla sorgulayıp tartışacağız.

Şunu kesin olarak söyleyebiliriz ki, dinler bilinebilir şeylerle değil, bilinemez ve sadece inanılabilir olan şeylerle ilgilenir. Dinlerin, var olduğu günden beri iştigal konusu budur. İnsanın bilgi birikimi artıp, bir zamanlar bilinemeyen şeyler bilinebilir oldukça bunlar dinin yani inançların sahasından çıkarlar. Bilinmeyenlerin ardı arkası kesilmeyeceği için onların yerine yenileri girer. Dinlerin, inançların sahasında bulunması, onların bilinebilir şeylerle olan bağlarını koparmaz. Genellikle inançlarımız, bildiklerimizin üzerinde şekillenir. Çünkü inanç, kesin bilginin bittiği yerde başlar ve bilinenle temas halinde bulunur. Bir şeyi, bir gerçeği yeni öğrendiğimizde o, bilinemeyen sahada kendince bir daralma yaratırken bir taraftan da bilgi dağarcığıyla beraber merak edilen bilinmezliklerin alanını genişletir.

Bunu basit bir örnekle açıklayalım. Yıldırımın ne olduğu hususunda hiç bir fikri olmayan erken dönem atalarımız, yıldırımların korkutuculuğunun etkisiyle bunu Tanrıların gazabına bağladılar. Zaman ve bilim ilerleyince, yıldırımların ne sebeple ve ne zaman ortaya çıktığını öğrendik. Bu bilgi, bir taraftan bilinmeyen şeyler aleminde bir daralma yaratırken, bildiklerimiz yeni sorular ve meraklar doğurarak bilinmeyenler sahasındaki ilgi alanımızda bir genişleme yaratır. Bu gün dahi yıldırım hakkında bilinmesi gereken her şeyi bildiğimizi iddia edemeyiz. Mutlaka her bilgi, başka bilinmeyenleri kapısını aralayacaktır. Fakat, bilinemeyen sahaya ilişkin zannımız, bilinir olan şeyle ne derece irtibatlıysa o derece gerçeğe yakın olur. Bilim insanları, teorilerini, hipotezlerini mümkün mertebe bilinenlerle sıkı sıkıya ilişkilendirmeye gayret ederler. Bu ilişki ne derece kuvvetliyle, onların inanılabilirliği de -en azından bilim camiasında- o derecede kuvvetli olacaktır.

Devam Edecek

Ali Aksoy